- 24 Aralık 2020
- Yayınlayan: Pelin Öztaş
- Kategoriler: Genel, yetişkin ruh sağlığı

Ölüm: Sevdiğimiz kişinin olmadığı dünyaya nasıl adapte oluruz?
Ölüm hayatımızın gerçeği ve hakkında ne düşündüğümüze aldırmaz. Ölüm tarih içinde üzerinde en çok durulan meselelerden olmuştur. Her birimizin içinde taşıdığı ölüm korkusu özellikle de Pandemi süreciyle ve takip eden olumsuz haberle birlikte arttı. Geçmişte olan yaslarımız varsa onlar da bu dönem tetiklendi. Hem sevdiklerimiz hem kendi ölümümüzle ilgili tehdit içinde olduğumuzu daha çok fark ettiğimiz bir dönemden geçiyoruz. Oldukça zordu ve hala zor. Bu ay çoğu zaman aklımızın bir kenarında olan, bazılarımız içinse neredeyse aklından çıkmayan ölümle ilgili yazmak istedim. Doğduğumuz andan itibaren çabamız ve odağımız hep yaşamak, korkularımız ise ölüm üzerine.
Hayatın kendisine dahil olan ölümü genellikle hayatın ötesinde bir yerlerdeymiş gibi, bize uğramaz gibi düşünürüz. Sanki bir hayat var yaşanacak ve ölüm hep daha sonra bir yerlerde gelecek gibi. Böyle düşündüğümüz için de bazı ölümle bize erkenmiş bazıları da ani gibi gelir. R. Marie Rilke nin bir sözünde dediği gibi “İnsan, meyvenin çekirdeğini taşıması gibi, ölümü kendi içinde taşımaktadır.” Bizler de aslında doğduğumuz an itibariyle ölümün bize eşlik ettiğini bilir fakat bu gerçeği çoğunlukla unuturuz.
Mevlana der ki; ölüm dünyaya geldiğimiz andan itibaren başlar. Dolayısıyla her bir varlık ölümle yüz yüzedir. İnsan bu dünyaya veda ederken ölen ise Yunus Emre’nin deyimiyle “Ölür ise ten ölür, canlar ölesi değil.”
Ölüm hayatımızın, yapımızın korktuğumuz bir parçası. Ölüm kavramını ele alış şeklimizi değiştirmeyi becerebilmek yaşam ile ilişkimizi değiştirme gücüne sahip. Bu şekilde bakabilmek için hepimiz kendimize, inancımıza, kültürümüze göre bize rehber olacak yollar, kaynaklar arayabiliriz. Ölüme kapsayan bir yerden, hayata dahil olduğu bilgisiyle bakabilirsek hayatın içindeyken daha özgür, daha sakin olabiliriz. Kendi yaşamımızı daha sakin sürdürebilirken, sevdiğimizin ölümüyle karşılaştığımızda da yasımızı daha sağlıklı yaşayabiliriz.
Yas, kayıplar karşısında verdiğimiz bilişsel, duygusal, fiziksel tepkilerdir. Stephen Jenkinson ise yası kaybolan, giden, geri gelmeyecek, bir daha asla eskisi gibi olmayacak olanı sevmenin bir yolu olarak tanımlıyor. Yası nasıl deneyimleyeceğimiz bireysel bir süreç, çoğunlukla da bireysel hikâyemize bağlı. Baş etme becerilerimiz travmayı karşılayabilecek güçte ise travmatik bir olayla karşı karşıya kaldığımızda travma öncesi durumdan daha güçlü hale getirmesi de mümkündür. Psikoloji literatüründe buna travma sonrası büyüme diyoruz. Travma sonrası büyüme bireysel özelliklerimize (başa çıkma stratejileri, kendine güven), çevresel kaynaklarımıza (sosyal destek, maddi kaynaklar) ve travma ile ilgili değişkenlere göre değişiyor.
Her kültür, din, felsefe, inanış zaman içinde ölümü daha iyi anlamak, daha sağlıklı karşılamak veya kapsayıcı taraftan bakabilmek adına kafa yormuşlardır. Birçok inanç sisteminde acı çekmenin insanı değiştirdiğine, olgunlaştırdığına dair düşünceler mevcuttur.
La Fontaine Ölüm ve İnsan masalından alıntı:
Ölüm karşısında şaşırmaz bilge:
Her an hazırdır göçüp gitmeye
….
Ölüm el koymuştur bütün zamanlara
Kral çocuklarının gözleri,
Daha ışığa açıldıkları gün,
Kapanabilirler büsbütün.
….
Dünyada ne varsa er geç onun.
Kim bilmez bunu? Herkes bilir;
Bilir ama yine de
Hiç kimse ölmeye hazır değildir.
…
Bunca dost göstermedi mi sana,
Ölen, can çekişen, yataklara düşen?
Söylesene ihtiyar,
Haber değil miydi bunlar?
Yası nasıl yaşayacağımızı genellikle kendi ebeveynlerimizden ve etrafımızdaki büyüklerin yası yaşama biçiminden, bize bakım verenlerden, kültürden öğreniyoruz. Stephen J. Bir röportajında “Ölüm hakkında konuştuğunda ve konuşmadığında hala orada. Ölümle ilgili kullandığın dil ve kullanmayı reddettiğin dil çocuklara ölümle ilgili bir şey öğretiyor.” demişti. Röportajının devamında sevilenin ölümünü deneyimlemiş olma ile ilgili “Aklını kaçırdığını hatırlayacaklar ve bunun da olanların bir parçası olduğunu. Yaşanılan ve gerçekte hissettiğin durumdan ötürü tamamen altüst olman gayet güvenilir. Hemen değil ama zamanla çocuklar senin deliliğini hatırlar ve senin deliliğin onların aklıselimliği haline gelir.” diye belirtmişti. Bazılarımız ölümü inkar etmeyi, bazılarımız ise yaşanabildiğini, dayanılabildiğini, kapsanabildiğini, acıyla da devam edilebildiğini öğreniyoruz. Stephen Jenkinson katlanmak, baş etmekten de ziyade içine alma becerisinin önemli olduğunu ve ancak o zaman sonu olan bir şeye bakabildiğimizi söylemişti.
Peki, sevdiğimiz kişinin olmadığı bir dünyaya nasıl adapte olacağımız, nasıl yaşayacağız?
Söz konusu olan sevdiğimiz kişi olduğunda sevdiğimiz kişiyle olan ilişkimizi dönüşmüş bir şekilde devam ettirebileceğimizi fark etmek iyi gelebilir. Çünkü bir kayıp yaşadığımızda sadece o kişiyi kaybetmiş olmuyoruz. Bazen kaybettiğimiz kişi ile birlikte aynı zamanda destekçimiz, rehberimiz, bizi en iyi anlayanımız yani o kişi aynı zamanda bizim için ne ifade ediyorsa o kişiyi de kaybetmiş oluyoruz. Durum böyle olunca bildiğimiz dünya bilmediğimiz dünyaya dönüşüyor. Peki, sevdiğim kişiyi yokluğunda nasıl sevebilirim? Sevdiğim kişinin olmadığı bir dünyada ben kimim?
Sevdiğimiz kişinin kaybıyla birlikte kişisel hikayemiz de değişmeye başlar. Ölüm sonrasında sevdiğimiz kişiyle ilişkinin dönüşümünden bahsedelim. Sevdiğimiz kişi ile olan bağımız o kişiyle ilk karşılaşmamızdan itibaren var ve her ne olursa olsun bizimle devam eder. Mesela varsa ölen bir yakınınızı düşünün? Hemen gözünüzün önüne bir görüntü, ses, koku, bir his, bir anı gelmiştir. Deneyimlediğiniz olumlu bir anı, bir görüntü, kendinizde size onu hatırlatan bir özellik, bir beceri. Aslında o ilişkinin orada ve ilişkinin bir şekilde hayatımızda devam ettiğini görürüz. Sevgi ölümle sona ermez. Sevilen kişi ile olan bağ devam eder.
Fakat sevilen kişinin kaybı travmatik bir süreç olarak zihnimizde ise travma yası yaşama sürecini sekteye uğratıyor. Terapilerde ise bu yasın doğal sürecinin yaşanmasına engel olan şeyler varsa da onları çalışıyoruz. Mesela kaybın haberinin alındığı an, sevilen kişinin öleceğinin fark edildiği an ve ölümüyle ilgili sarsıcı görüntüler varsa terapide çalışıyoruz. Mesela mezarlığına gidemiyorsa gidebilir hale geliyor, o kişiden bahsedemiyorsa, resmine bakmak istiyor bakamıyorsa, o kişiyle anılarının olduğu yerlere gidemiyorsa, onu hatırlatanlarla iletişime geçemiyorsa terapi sürecinde yasın yaşanmasını sekteye uğratan anılar çalışarak kişi yas süreciyle ilgili yapamadığı şeyleri yapabilir hale gelebiliyor. Ve kişi kaybıyla yeniden yeni bir ilişki kurabiliyor. Kaybetmiş olmama rağmen bağlarının devam ettiğini fark ediyor, bağı sürdürmenin yollarını görüyor.
Hayatımızı sevdiğimiz kişinin yokluğunda yeniden revize edip bir anlama oturtmaya çalışırken kişisel kaynaklarımızı kullanmak, ihtiyaç hissettiğimizde destek istemek, hayatta kalan olarak kendimize bakmak sağlıklı bir yas sürecini sürdürmemizi ve davam edebilmemizi sağlar.
Kaynaklar:
Die Wise – Stephen Jenkinson
İnsanın Anlam Arayışı- Victor E. Frankl
Mesnevi- Mevlana